Niçin Sosyalizm? I - Albert Einstein


Albert Einstein
Dünyaca  ünlü  fizikçi. Bu  makale  aslen  Monthly  Review'un  Mayıs  1949'daki  ilk sayısında yayımlandı. Monthly Review'un ilk sayısının 50. yılı kutlaması münasebetiyle Mayıs 1998'de tekrar yayımlandı.

Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birisinin sosyalizm konusunda düşüncelerini ifade etmesi akla uygun mudur? Bazı nedenlerden dolayı uygun olduğuna inanıyorum.

Bilimsel bilgi açısından bakıldığında, astronomi ile ekonomi arasında temel yöntemsel farklılık bulunmuyormuş gibi görülebilir. Her iki alandaki bilim insanları olabildiğince net olarak; deneysel olgular arasındaki ara bağlantıları kurabilmek için sınırlı deneysel olgular grubuyla genel kabul edilebilirlik yasaları keşfetmeye çalışmaktadırlar. Fakat gerçekte yöntemsel farklılıklar bulunmaktadır. Birbirinden ayrı değerlendirilmesi güç olan faktörlerden etkilenen gözlemlenen ekonomik olgular için ekonomi alanında genel yasalar keşfetmek zordur. Ayrıca uygar insanlık tarihinin başlangıcından beri biriken deneyimler; bilindiği üzere doğada sadece ekonomik olmayan nedenlerden büyük oranda etkilenmiş ve sınırlanmıştır. Mesela, tarihteki büyük devletlerin çoğu varlıklarını fethetmeye borçluydu. Fethedenler kendilerini yasal ekonomik olarak fethedilen ülkenin ayrıcalıklı sınıfı olarak kurdular. Toprak mülkiyetinin tekeli olarak kendi aralarından bir ruhban sınıfı görevlendirdiler. Rahipler –eğitimin kontrolünde- toplumdaki sınıfsal bölünmeyi kalıcı kurumlar haline getirdiler ve insanların sosyal davranışlarına yön veren –büyük ölçüde bilinçsizce- değerler sistemi yarattılar.

Fakat dünün tarihsel geleneği –deyim yerindeyse-; Thorstein Veblen’in  insanlık gelişiminin “yağmacı evresi” olarak tanımladığı şeyin hiçbir yerde üstesinden gelemedik. Gözle görünür ekonomik gerçekler bu evreye aittir ve onlardan türetilebilecek kanunlar bile diğer evrelere uygulanamaz. Sosyalizmin gerçek amacı bunların üstesinden gelmek ve insanlık gelişiminin yağmacılık evresinin ötesine taşımak olduğu için iktisat biliminin mevcut durumu sosyalizm toplumunun geleceğine az da olsa ışık tutabilir.

İkincisi, sosyalizm sosyal-etik amaca yöneliktir. Bilim –buna karşın- amaç yaratamaz ve hatta insanlığa daha az aşılayabilir; bilim –en fazla- belli amaca ulaşmak için araç sağlayabilir. Fakat amaçların kendisi ulvi etik idealleri olan kişiler tarafından tasarlanır ve –eğer bu amaçlar ölü doğmamış ise, fakat hayati ve güçlü ise- toplumun yavaş evrimi yarı bilinçsiz pek çok insan tarafından benimsenir ve geleceğe taşınır.  

Bu nedenlerden dolayı, insana dair sorunlarda bilim ve bilimsel yöntemleri gözümüzde büyütmemek için tetikte olmalıyız ve toplumun örgütlenmesini etkileyen sorunları sadece uzman kişilerin ifade etme hakkına sahip olduğunu varsaymamalıyız.

Bir süredir insan topluluğunun bir krizden geçtiği ve istikrarının ağır yara aldığı dillendiriliyor. Böyle bir durumda bireylerin kayıtsızlık hissetmesi veya ait oldukları küçük ve büyük gruplara bile düşmanca davranmaları karakteristiktir. Kastettiğim şeyi göstermek için, kişisel deneyimimi buraya kaydedeyim. Geçenlerde, zeki ve kibar bir adamla benim görüşüme göre insanlığın varlığını ciddi şekilde tehlikeye sokacak başka bir savaş tehdidini tartıştım. Ve ancak ulusal örgütün ötesinde bir örgütün bu tehlikeden korunmayı sağlayacağını belirttim. Bunun üzerine ziyaretçim çok sakin ve serinkanlı bir şekilde bana şunu söyledi: “ İnsan ırkının yok olmasına niye bu kadar çok karşısınız?”

Eminim, bir yüz yıl kadar kısa bir zaman önce hiç kimse bu tür bir ifadeyi bu kadar kolay dile getirmezdi. Bu kendi içinde dengeye erişmeye boşu boşuna çabalayan, çok ya da az başarma ümidini kaybetmiş bir adamın ifadesidir. Bugünlerde böyle pek çok insanın muzdarip olduğu acı bir yalnızlığın ve soyutlanmanın ifadesidir. Sebebi nedir? Çıkış yolu var mı?

Böyle sorular sormak kolaydır. Fakat bu sorulara aynı derecede kendinden emin cevap vermek güçtür. Buna karşın elimden gelenin en iyisini yaparak denemeliyim. Duygularımızın ve çabalarımızın sıklıkla çelişkili ve belirsiz, kolay ve basit formüle edilemez olduğu gerçeğinin bilincinde olmama rağmen.

İnsan aynı anda hem yalnız hem de sosyal bir varlıktır. Yalnız varlık olarak; kendinin ve kendine yakın kişilerin varlığını korumaya, kişisel arzularını tatmin etmeye ve doğuştan gelen kabiliyetlerini geliştirmeye uğraşır. Sosyal bir varlık olarak, arkadaşlarının onaylamasını ve ilgi göstermesini, zevklerini paylaşmayı, üzüntülerinde yanlarında olmayı ve yaşam şartlarını iyileştirmeyi ister. İnsanın niteliğini bu değişkenler, sıklıkla çelişen çabalar oluşturur. Bunların özel birleşimi bireylerin iç dengesini kurabilmesini ve toplumun refaha katkıda bulunabilmesini sağlamaktadır. Oldukça muhtemeldir ki, iki öncülün görece gücünün belirlenmesi kalıtımla olmaktadır. Fakat sonuçta kişilik;  geniş ölçüde insanın gelişim aşamasında bulunduğu çevre, yetiştiği toplumun yapısı, gelenekleri ve toplumun belirli davranış biçimlerine karşı verdiği tepkiler tarafından belirlenir. Soyut “toplum” kavramı bireylerin çağdaşlarıyla ve önceki kuşaklarla olan doğrudan ve dolaylı ilişkisinin toplamıdır. Bireyler kendi başına düşünebilir, hissedebilir, mücadele edebilir ve çalışabilir. Fakat fiziksel, entelektüel ve duygusal varlığı topluma daha çok bağlı olduğundan onu toplum çerçevesinin dışında düşünmek veya anlamak imkansızdır. “Toplum” insana yemek, giyinme, ev, çalışma araçları, dil, düşünme biçimleri ve düşünme içeriğinin çoğunu sunar. Küçük “toplum” kelimesinin ardında saklı şimdiki ve geçmiş zamanda milyonlarca insanın emeği ve başarısı yaşamın devamını sağlar.

Bu nedenle, insanın topluma bağımlılığı doğanın gerçeği ve yok edilemez tıpkı karıncaların ve arıların durumu gibi. Buna karşın karıncaların ve arıların bütün yaşam süreçleri değişmezlik ve kalıtsal içgüdüler ile en küçük ayrıntıya kadar sabitlenirken insanın sosyallik kalıbı ve karşılıklı ilişkiler değişken ve değişime açık olduğu aşikârdır. Hafıza, yeni birleşimler yapma kapasitesi, sözlü iletişim yeteneği; biyolojik gerekliliklerce zorla kabul ettirilmeyen insanlar arasında muhtemel ilerlemelere yol açar. Böyle gelişmeler geleneklerde, kurum ve kuruluşlarda; edebiyatta; bilim ve mühendislikteki başarılarda; sanat çalışmalarında kendini gösterir. Bu belli bir bağlamda insanın yaşamına kendi hareketleriyle etki edebildiğini ve bu süreçte bilinçli düşünme ve isteğin rol oynadığını anlamamızı sağlar.

İnsan; doğduğunda kalıtım yoluyla kazandığı insan türünün doğal dürtülerde dahil olmak üzere karakteristik özelliklerinin sabit, değiştirilemez olduğunu düşünmemiz gereken biyolojik bir yapıya sahiptir. Ayrıca hayatı boyunca iletişim ve başka birçok etkiler vasıtasıyla toplumdan aldığı kültürel bir yapı elde eder. Zaman geçtikçe değişime uğrayan bu kültürel yapı birey ile toplum arasındaki ilişkileri oldukça büyük ölçüde belirlemektedir. İlkel kültürler olarak tanımlanan kültürleri karşılaştırmalı olarak inceleyerek modern antropoloji, insanın sosyal davranışlarının büyük oranda değişebildiğini ve toplumda hâkim olan kuruluş tipleri ile kültürel kalıplara bağlı olduğunu göstermiştir. İlerleme için çabalayan pek çok insan ümitlerini şuna dayandırabilirler: Biyolojik yapısından dolayı insan kınamaya, birbirlerini yok etmeye, kendilerine zarar veren kaderin acımasızlığına insafına kalmaya mecbur değillerdir.                                                                                                     

                                                       ./..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

A’dan Z’ye Roland Barthes’in Mitoloji Teorisi : Mitlerin Eleştirel Teorisi - Andrew Robinson

Eleştirel Söylem Analizi: Sosyal Medyada Kuramlara Doğru-I - Connie S. Albert, A.F. Salam

Denizci Şarkıları (Sea Shanties) - Shamser Mambra