Niçin Sosyalizm? II - Albert Einstein
İnsan hayatını mümkün olduğunca tatmin edici hale getirmek için toplumun yapısının ve insanın kültürel davranışlarının nasıl değiştirilmesi gerektiğini kendimize sorarken, değiştiremeyeceğimiz belirli koşulların olduğu gerçeğinin sıklıkla bilincinde olmalıyız. Daha önce de
bahsettiğim gibi, insanın biyolojik doğası bütün pratik amaçlar için değişime
tabi değildir. Dahası, geçen birkaç yüzyılın teknolojik ve demografik gelişmeler kalıcı koşullar yaratmıştır. Varoluşların devamı için zorunlu malları olan nispeten yoğun yerleşim yerlerinde emeğin aşırı bölünmesi ve çok merkezileşmiş
üretim araçları kesinlikle gereklidir. Geriye dönüp bakıldığında oldukça pastoral görünen bireylerin ve görece küçük grupların tamamen kendi kendine yetebildiği dönemler geçmişte kaldı. İnsanlığın şimdi bile gezegen üzerinde üretimin ve tüketimin toplumu olduğunu söylemek fazla mübalağa değildir.
*
Köşe yazısı, Monthly Review'un 1 Mayıs 209 tarihli
çevrim içi yayınından alınarak çevrildi.
Şimdi, zamanımızın krizinin özünü inşa eden şeyleri kısaca
belirtebilecek noktaya ulaştım. Bireyin toplumla ilişkisiyle ilgilidir. Birey topluma
bağımlılığının daha bilincinde. Fakat bağımlılığını olumlu varlık, organik bağ,
koruyucu güç olarak deneyimlemez aksine doğal haklarına veya ekonomik varlığına
tehdit olarak görür. Dahası, toplumdaki konumu; sürekli vurgulanan kişiliğinin
bencil dürtüleri, doğasının özündeki sosyal dürtüleri sürekli zayıflatmaktadır.
Toplumdaki konumu ne olursa olsun bütün insanlar bu bozulma sürecinden
muzdariptir. Kendi bencilliğinin mahkumu olduğunu bilmeden kendini güvensiz,
yalnız, hayatın saf, basit ve doğal zevklerinden mahrum hissetmektedir. İnsan
kısa ve tehlikeli olan hayatın anlamını sadece kendini topluma adayarak
bulabilir.
Şimdilerde yaşanılan kapitalist
toplumun ekonomik anarşisi, benim düşünceme göre kötülüğün gerçek kaynağıdır.
Yasal olarak belirlenmiş kurallara sadık bir bağlılıkla ortak emeklerinin
meyvelerinden birbirlerini mahrum etmek için çabalayan –zorla değil, büyük
üretici toplumu olarak kendimizi daha önce görmüştük. Bu bakımdan üretim araçları
- demek ki, bütün üretim kapasitesi tüketici metalarının yanında ek sermaye
metalarına ihtiyaç duyar- yasal olabilir ve çoğunlukla bireylerin özel
mülkiyetindedir.
Kavramın alışılmış kullanımına
tam olarak uymamasına rağmen anlaşılırlık adına, izleyen tartışmada üretim
araçlarının mülkiyetini paylaşmayan kişilere “işçi” diyeceğim. Üretim
araçlarının sahipleri işçinin emek gücünü satın alabilme konumundadır. Üretim
araçlarını kullanarak işçiler kapitalistin mülkü olacak yeni metalar üretir. Bu
süreçle ilgili temel nokta, her ikisi de reel değer bakımından ölçülebilir olan
işçilerin ürettiği şeyle ve satın aldığı şeyler arasındaki ilişkidir. İş
sözleşmesi “serbest” olduğu kadar, işçinin aldığı şeyler ürettiği metanın reel
değerince belirlenmez. Fakat onun asgari ihtiyaçları ve emek gücü için
kapitalistin gereksinimleri iş için yarışan işçilerin miktarı ile ilişkilidir.
Teoride bile işçilerin ücretinin ürettiği ürünün değeri tarafından
belirlenmediğini anlamak önemlidir.
Kısmen sermayedarlar arasındaki
rekabetten kısmen teknolojik gelişmeler ve giderek artan iş bölümünün küçük
birimleri yok etme pahasına üretimin büyük birimlerinin oluşumunu desteklemesi
nedeniyle özel sermaye birkaç kişinin elinde yoğunlaşma eğilimindedir. Bu
gelişmelerin sonucunda; demokratik biçimde örgütlenmiş politik toplum
tarafından bile etkili olarak kontrol edilemeyen muazzam güce sahip özel
sermaye oligarşisi oluşur. Bütün pratik amaçları için seçmenleri parlamentodan
ayıran özel sermayedarlar, politik partiler tarafından seçilen yasama
organlarının üyelerine etki ettiklerinden veya büyük oranda finanse ettiklerinden
olağandır bu. Sonuçta, insanların temsilcileri, nüfusun imkanları az olan
kısmının çıkarlarını gerçekte yeterli derecede koruyamamaktadır. Dahası, var
olan koşullar altında, özel sermayedar kaçınılmaz şekilde doğrudan veya dolaylı
enformasyonun ana kaynaklarını (basın, radyo, eğitim) kontrol eder. Bu nedenle,
bireylerin politik haklarını akıllıca kullanabilmek için nesnel sonuçlara
varması son derece güç hatta çoğu meselelerde neredeyse imkansızdır.
Sermayenin özel mülkiyetine
dayanan ekonominin mevcut durumu iki ana ilkeyle karakterize olur: Birincisi
üretim (sermaye) araçları özel mülkiyete aittir ve sahipleri istediği kullanır;
ikincisi, belli kategorideki işçiler için “serbest emek sözleşmesi”. Elbette,
bu bağlamda katıksız kapitalist olan toplum bulunmamaktadır. Özellikle, işçiler
uzun ve acı dolu politik mücadelerle belli kategorideki işçileri için “serbest
emek sözleşmesinden” iyileştirme sağlamayı başardılar. Fakat genel olarak
değerlendirildiğinde, günümüzdeki ekonomi “katıksız” kapitalizmden çok farklı
değildir.
Üretim kullanım için değil kâr elde etmek için
yapılır. Çalışacak durumda ve çalışmaya istekli olanların daima iş
bulabileceklerinin bir garantisi yoktu ve neredeyse her zaman “işsizler ordusu”
bulunmaktadır. Emekçide sürekli işini kaybetme korkusu mevcuttur. İşsiz ya da
düşük ücretli işçiler kârlı
pazar sağlamadığından tüketici mallarının üretimi sınırlanır ve sonuç büyük
buhranlardır. Teknolojik gelişmeler sıklıkla herkesin iş yoğunluğu azaltmaktan ziyade
işsizliği artırmaktadır. Sermayedarlar arasındaki rekabetle birlikte kâr elde etme güdüsü giderek
artan sayıda buhrana sebebiyet veren sermayenin kullanımı ve dağılımdaki
dengesizlikten sorumludur. Sınırsız rekabet emeğin israfına ve daha önce de
bahsettiğim bireylerin sosyal bilincinin sakatlanmasına yol açmaktadır.
Bireylerin sakatlanması bana göre
kapitalizmin en büyük kötülüğüdür. Bizim bütün eğitim sistemimiz bu kötülükten
muzdariptir. Gelecek kariyerine hazırlanma için başarıya açgözlü tapınmak üzere
eğitilmiş öğrencilere abartılı rekabetçi tutum aşılanır.
Sosyal amaçlara yönelik eğitim
sistemi ile sosyalist ekonomik düzenin kötülüğü ortadan kaldırmak için tek yol
olduğunu inanıyorum. Bahsettiğim ekonomi tarzı üretim araçlarına toplumun
kendisinin sahip olduğu ve planlı kullanımın olduğu ekonomidir. Toplumun
ihtiyaçlarına göre üretimi ayarlayan planlı ekonomide, işler iş yapabilecek
herkes arasında dağıtılır ve her erkeğin, kadının, çocuğun geçimi güvence
altına alınır. Bireylerin eğitimi doğuştan getirdikleri yetenekleri
geliştirmenin yanında günümüz toplumundaki gücün ve başarının yüceltilmesinin
yerine arkadaşlarına karşı sorumluluk duygusunu geliştirmeye çalışacaktır.
Buna karşın planlı ekonominin
henüz sosyalizm anlamına gelmediğini unutmamak gerekir. Böyle bir planlı
ekonomi bireylerin köleleştirildiği bir düzene de ortak olabilir. Sosyalizmin
başarısı son derece zor sosyo-ekonomik problemlere çözüm getirmesini
gerektirir: Bu nasıl mümkün olabilir? Politik ve ekonomik gücün merkezileşmesi ya
da güçlü ve kibirli bürokrasinin engellenmesi nasıl olabilir? Bürokrasinin
kendinden emin gücüne karşı bireylerin haklarının korunması ve demokratik karşı
dengenin varlığı nasıl sağlanabilir?
Sosyalizmin amaçları ve
problemleri hakkındaki açıklık, değişme çağında en büyük öneme sahiptir.
Günümüz koşulları altında, bu problemlerin özgür ve engellenmeden tartışılması
etkili bir tabu durumundadır. Bu derginin kuruluşunun önemli bir kamusal hizmet
olacağını düşünüyorum.
Özgün metni okumak için:
Bu çeviri olmamış derseniz aşağıdaki linkteki Serap Güneş’in çevirisine bakabilirsiniz:
Yorumlar
Yorum Gönder