Niçin Sosyalizm? II - Albert Einstein

İnsan  hayatını  mümkün  olduğunca  tatmin  edici  hale  getirmek  için  toplumun  yapısının  ve   insanın  kültürel  davranışlarının  nasıl  değiştirilmesi  gerektiğini   kendimize  sorarken,  değiştiremeyeceğimiz  belirli    koşulların  olduğu   gerçeğinin   sıklıkla   bilincinde  olmalıyız. Daha önce de bahsettiğim gibi, insanın  biyolojik  doğası bütün pratik  amaçlar için değişime tabi  değildir.  Dahası,   geçen   birkaç   yüzyılın  teknolojik  ve  demografik  gelişmeler  kalıcı  koşullar   yaratmıştır.  Varoluşların    devamı    için    zorunlu    malları  olan  nispeten  yoğun yerleşim yerlerinde emeğin  aşırı  bölünmesi  ve çok merkezileşmiş üretim araçları kesinlikle gereklidir. Geriye  dönüp bakıldığında oldukça  pastoral  görünen bireylerin  ve görece küçük grupların  tamamen  kendi  kendine  yetebildiği  dönemler geçmişte  kaldı. İnsanlığın  şimdi  bile  gezegen  üzerinde  üretimin  ve  tüketimin  toplumu  olduğunu söylemek fazla mübalağa değildir.     

Şimdi, zamanımızın krizinin özünü inşa eden şeyleri kısaca belirtebilecek noktaya ulaştım. Bireyin toplumla ilişkisiyle ilgilidir. Birey topluma bağımlılığının daha bilincinde. Fakat bağımlılığını olumlu varlık, organik bağ, koruyucu güç olarak deneyimlemez aksine doğal haklarına veya ekonomik varlığına tehdit olarak görür. Dahası, toplumdaki konumu; sürekli vurgulanan kişiliğinin bencil dürtüleri, doğasının özündeki sosyal dürtüleri sürekli zayıflatmaktadır. Toplumdaki konumu ne olursa olsun bütün insanlar bu bozulma sürecinden muzdariptir. Kendi bencilliğinin mahkumu olduğunu bilmeden kendini güvensiz, yalnız, hayatın saf, basit ve doğal zevklerinden mahrum hissetmektedir. İnsan kısa ve tehlikeli olan hayatın anlamını sadece kendini topluma adayarak bulabilir. 

Şimdilerde yaşanılan kapitalist toplumun ekonomik anarşisi, benim düşünceme göre kötülüğün gerçek kaynağıdır. Yasal olarak belirlenmiş kurallara sadık bir bağlılıkla ortak emeklerinin meyvelerinden birbirlerini mahrum etmek için çabalayan –zorla değil, büyük üretici toplumu olarak kendimizi daha önce görmüştük. Bu bakımdan üretim araçları - demek ki, bütün üretim kapasitesi tüketici metalarının yanında ek sermaye metalarına ihtiyaç duyar- yasal olabilir ve çoğunlukla bireylerin özel mülkiyetindedir.

Kavramın alışılmış kullanımına tam olarak uymamasına rağmen anlaşılırlık adına, izleyen tartışmada üretim araçlarının mülkiyetini paylaşmayan kişilere “işçi” diyeceğim. Üretim araçlarının sahipleri işçinin emek gücünü satın alabilme konumundadır. Üretim araçlarını kullanarak işçiler kapitalistin mülkü olacak yeni metalar üretir. Bu süreçle ilgili temel nokta, her ikisi de reel değer bakımından ölçülebilir olan işçilerin ürettiği şeyle ve satın aldığı şeyler arasındaki ilişkidir. İş sözleşmesi “serbest” olduğu kadar, işçinin aldığı şeyler ürettiği metanın reel değerince belirlenmez. Fakat onun asgari ihtiyaçları ve emek gücü için kapitalistin gereksinimleri iş için yarışan işçilerin miktarı ile ilişkilidir. Teoride bile işçilerin ücretinin ürettiği ürünün değeri tarafından belirlenmediğini anlamak önemlidir.

Kısmen sermayedarlar arasındaki rekabetten kısmen teknolojik gelişmeler ve giderek artan iş bölümünün küçük birimleri yok etme pahasına üretimin büyük birimlerinin oluşumunu desteklemesi nedeniyle özel sermaye birkaç kişinin elinde yoğunlaşma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucunda; demokratik biçimde örgütlenmiş politik toplum tarafından bile etkili olarak kontrol edilemeyen muazzam güce sahip özel sermaye oligarşisi oluşur. Bütün pratik amaçları için seçmenleri parlamentodan ayıran özel sermayedarlar, politik partiler tarafından seçilen yasama organlarının üyelerine etki ettiklerinden veya büyük oranda finanse ettiklerinden olağandır bu. Sonuçta, insanların temsilcileri, nüfusun imkanları az olan kısmının çıkarlarını gerçekte yeterli derecede koruyamamaktadır. Dahası, var olan koşullar altında, özel sermayedar kaçınılmaz şekilde doğrudan veya dolaylı enformasyonun ana kaynaklarını (basın, radyo, eğitim) kontrol eder. Bu nedenle, bireylerin politik haklarını akıllıca kullanabilmek için nesnel sonuçlara varması son derece güç hatta çoğu meselelerde neredeyse imkansızdır.

Sermayenin özel mülkiyetine dayanan ekonominin mevcut durumu iki ana ilkeyle karakterize olur: Birincisi üretim (sermaye) araçları özel mülkiyete aittir ve sahipleri istediği kullanır; ikincisi, belli kategorideki işçiler için “serbest emek sözleşmesi”. Elbette, bu bağlamda katıksız kapitalist olan toplum bulunmamaktadır. Özellikle, işçiler uzun ve acı dolu politik mücadelerle belli kategorideki işçileri için “serbest emek sözleşmesinden” iyileştirme sağlamayı başardılar. Fakat genel olarak değerlendirildiğinde, günümüzdeki ekonomi “katıksız” kapitalizmden çok farklı değildir.

Üretim kullanım için değil kâr elde etmek için yapılır. Çalışacak durumda ve çalışmaya istekli olanların daima iş bulabileceklerinin bir garantisi yoktu ve neredeyse her zaman “işsizler ordusu” bulunmaktadır. Emekçide sürekli işini kaybetme korkusu mevcuttur. İşsiz ya da düşük ücretli işçiler kârlı pazar sağlamadığından tüketici mallarının üretimi sınırlanır ve sonuç büyük buhranlardır. Teknolojik gelişmeler sıklıkla herkesin iş yoğunluğu azaltmaktan ziyade işsizliği artırmaktadır. Sermayedarlar arasındaki rekabetle birlikte kâr elde etme güdüsü giderek artan sayıda buhrana sebebiyet veren sermayenin kullanımı ve dağılımdaki dengesizlikten sorumludur. Sınırsız rekabet emeğin israfına ve daha önce de bahsettiğim bireylerin sosyal bilincinin sakatlanmasına yol açmaktadır.

Bireylerin sakatlanması bana göre kapitalizmin en büyük kötülüğüdür. Bizim bütün eğitim sistemimiz bu kötülükten muzdariptir. Gelecek kariyerine hazırlanma için başarıya açgözlü tapınmak üzere eğitilmiş öğrencilere abartılı rekabetçi tutum aşılanır.

Sosyal amaçlara yönelik eğitim sistemi ile sosyalist ekonomik düzenin kötülüğü ortadan kaldırmak için tek yol olduğunu inanıyorum. Bahsettiğim ekonomi tarzı üretim araçlarına toplumun kendisinin sahip olduğu ve planlı kullanımın olduğu ekonomidir. Toplumun ihtiyaçlarına göre üretimi ayarlayan planlı ekonomide, işler iş yapabilecek herkes arasında dağıtılır ve her erkeğin, kadının, çocuğun geçimi güvence altına alınır. Bireylerin eğitimi doğuştan getirdikleri yetenekleri geliştirmenin yanında günümüz toplumundaki gücün ve başarının yüceltilmesinin yerine arkadaşlarına karşı sorumluluk duygusunu geliştirmeye çalışacaktır.

Buna karşın planlı ekonominin henüz sosyalizm anlamına gelmediğini unutmamak gerekir. Böyle bir planlı ekonomi bireylerin köleleştirildiği bir düzene de ortak olabilir. Sosyalizmin başarısı son derece zor sosyo-ekonomik problemlere çözüm getirmesini gerektirir: Bu nasıl mümkün olabilir? Politik ve ekonomik gücün merkezileşmesi ya da güçlü ve kibirli bürokrasinin engellenmesi nasıl olabilir? Bürokrasinin kendinden emin gücüne karşı bireylerin haklarının korunması ve demokratik karşı dengenin varlığı nasıl sağlanabilir?

Sosyalizmin amaçları ve problemleri hakkındaki açıklık, değişme çağında en büyük öneme sahiptir. Günümüz koşulları altında, bu problemlerin özgür ve engellenmeden tartışılması etkili bir tabu durumundadır. Bu derginin kuruluşunun önemli bir kamusal hizmet olacağını düşünüyorum.


 * Köşe yazısı, Monthly Review'un 1 Mayıs 209 tarihli çevrim içi yayınından alınarak çevrildi.

Özgün metni okumak için: 

Bu çeviri olmamış derseniz aşağıdaki linkteki Serap Güneş’in çevirisine bakabilirsiniz:

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

A’dan Z’ye Roland Barthes’in Mitoloji Teorisi : Mitlerin Eleştirel Teorisi - Andrew Robinson

Eleştirel Söylem Analizi: Sosyal Medyada Kuramlara Doğru-I - Connie S. Albert, A.F. Salam

Denizci Şarkıları (Sea Shanties) - Shamser Mambra