Max Horkheimer, Sınıfsız Bir Hoca - Ingar Soltyrr

Frankfurt Okulu’nun eş kurucusu Max Horkheimer bugün otoriteryan kültürün ferasetli bir analisti olarak itibar görmektedir. Ancak Horkheimer’ın giderek artan kötümser duruşu, zamanının politik yenilgilerini ve işçi sınıfı failliğinin kaybına sıklıkla tek taraflı bir bakışı yansıtmaktadır.

Frankfurt Okulu pek çok şey için itibar gördü –ve suçlandı-. “Kültürel Marksizm” konusunda bugünün paniğine bakıldıkça Okul çok etkili olmalı. Politik doğruculuğun sözüm ona tiranlığı göz önünde tutulduğunda aşırı sağ stratejist Willian Lind, Okulu “küçük,  sarmaşıklarla çevrili Kuzey Kore’yi” andıran üniversite yerleşkeleriyle ilişkilendirdi. Beyazların üstünlüğünü savunan Muhafazakâr Yurttaşları Konseyi, Okulun -yabancı doğumlu Yahudiler tarafından yazılan- sağcı otoritercilik eleştirisinin  “Birleşik Devletler Anayasası ve Amerika’ya karşı ihanet” olduğundan yakındı.

Frankfurt Okulu’nun sadece otoriteryanizm analizinin bugün de geçerli olduğunu işaret etmez. Akademide moderniteye yönelik önemli eleştirilerden biri olarak uzun süre geçerliliğini korumuştur. Postmodernizmin aksine Aydınlanma felsefesine bağlılığının avantajlarıyla birlikte aynı zamanda onu düşünümsel (reflexive) hale getirmiştir. Hayatının sonlarına doğru Michel Foucault, gençlik döneminde Frankfurt Okulu hakkında daha çok şey öğrenmediğine dair pişmanlığını ifade etti. Çünkü yaklaşımının, insanlığın bilgi ve teknoloji vasıtasıyla doğa üzerinde egemenliğinin diğer insanların insanlara hakimiyeti için nasıl bir araca dönüştüğüne dair Frankfurt Okulunun kuramı ile benzerlik taşıdığını gördü.
Bütün bu nedenlerden dolayı yaygın olarak Frankfurt Okulunun savaş sonrası Batı Alman Marksizmin en önemli filizi olarak kabul edilmektedir. Bu durum, ölümlerinden ardından uzun zaman geçmesine rağmen genç radikaller ve aktivistlerin Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse ve diğerlerinin eserlerini araştırmasına yol açtı.

Oysa burada oldukça hatalı bir şeyler var. Kısmen, Frankfurt Okulu başarısını, Nazilerin iktidar gelmesinden sonra birçok düşünürünün (Pek çok örnekte hem Yahudi hem de solcu olarak) İngilizce konuşan ülkelere sürgün edilmiş olmalarına borçludur. Burada önemli bağlantılar kurdular, İngilizce eserler yayınladılar ve Herbert Marcuse gibi bazı örneklerde Avrupa’nın faşizmden kurtulmasından sonra bile Birleşik Devletlerde kalmaya devam ettiler.

Ancak Frankfurt Okulu bütün kuramlarının tarihe özgü olarak anlaşılması gerektiğinde ısrar etseydi kendi Marksizm tarzı nadiren doğru tarihsel bağlama yerleştirilirdi.

Bu özellikle, aşırı sağın yükselişinin -ve gerçekten de Frankfurt Okulu’nun çağdaş radikal akademisyenler üzerindeki etkisi- Horkheimer ve Adorno’nun faşizm ve otoriteryanizm anlayışının yeniden ilgi çekmesine neden olması açısından önemlidir. Buna karşın Frankfurt Okulu entelektüellerinin eserlerini tarihselleştirdiğimizde onların bakışlarının eksikliklerini görmeye başlarız. Bunu bilhassa yazdıkları bağlama ve savaşlar arası sosyalist hareketin yaşadığı büyük tarihsel yenilgilerden doğan varsayımlara borçludur.

Genç Horkheimer

Max Horkheimer bir Yahudi-Alman kapitalist girişimci ve milyonerin oğlu olarak Stuttgart’da doğdu. Bu burjuva ortamında büyüdü ve iş adamı olması için eğitildi fakat sonrasında I. Dünya Savaşında askere alındı. Dönüşünde, Schopenhauer’e olan ilgisinin harekete geçirmesiyle -babasının korktuğu gibi- filozof olmaya karar verdi. Sonra Münih, Frankfurt ve Edmund Husserl’in öğrencisi Martin Heidegger ile birlikte Freiburg’da felsefe okudu. Almanya’nın 1918 sonrası çalkantılı sosyal devrim ve ilk faşist karşı devrim deneyimi nihayetinde onun Karl Marx’a yönelmesine neden oldu.

Horkheimer pratiğin içine çok dâhil olmadı. 1914’deki savaş karşıtı duruşa boyun eğmesi nedeniyle Sosyal Demokratları (SPD) reddetti. Sovyetler Birliği ve devrim şiddeti nosyonundan hoşlanmadığı için Komünist Parti’ye (KPD) hiç katılmadı. Horkheimer, Hans Cornelius’un yönetiminde doktora tezini 1922’de bitirdi. Habilitasyonunu* Kant’ın Yargı Yetisinin Eleştirisi (Critique of Judgment) üzerine yazdığı bir kitapla 1925’de tamamladı. Ardından daha sonra Frankfurt Okulu olarak bilinecek Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün müdürü oldu. Okuldaki “Marksist atölye çalışmalarıyla (workshop)”; felsefe ve sosyal bilimler arasındaki disiplin ayrımı ortadan kaldıracak holistik (bütünsel) bir yaklaşımı temel alan Marksistyen toplum eleştirisi geliştirmeyi amaçladı. 

Politik olaylar çok geçmeden bu plana son verdi. 30 Ocak 1933’de Başkan Paul von Hindenburg ve muhafazakârların yardımlarıyla Adolf Hitler Reich** Başbakanı (Reich Chancellor) oldu. Birkaç gün sonra Horkheimer Almanya’dan kaçtı ve New York 117. Sokakta Columbia Üniversitesinin bir bölümü olan Eleştirel Araştırmalar Enstitüsü olarak [Frankfurt Okulu’nu] yeniden kurdu. Burada ona Friedrich Pollock, Herbert Marcuse, Leo Löwenthal, psikanalist Erich From daha sonraları da Theodor Adorno katıldı. Adorno ve Marcuse; Horkheimer'ın etkisi ve desteği için özel rakiplerdi. 

Eleştirel Kuram bu yüzden büyük oranda sürgünde oluşturuldu. Frankfurt Okulluların yazdığı önemli metinler 1933'den sonra geldi: Otorite ve Aile (the Studies on Authority and Family, 1936), Egoism ve Özgürlük Hareketi (Egoismus und Freiheitbewegung, 1936), Geleneksel ve Eleştirel Kuram (Traditional and Critical Theory, 1937), Yahudiler ve Avrupa (The Jews and Europe, 1939), Aydınlanmanın Diyalektiği (Dialectic of Enlightenment, yazım 1944, yayımlanma 1947), Akıl Tutulması (Eclipse of Reason, 1947), Önyargı Çalışmaları (the Studies in Prejudice, 1949-1950) vb. 

Frankfurt Okulu’nun epistemolojik programı Horkheimer’in anahtar makalesi “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” üzerine kuruludur. “Pozitif bilimlerin” eleştirisi temeline dayanır. Başka bir deyişle sosyal bilimleri doğa bilimleri gibi modelleme. Soyut kuramsallaştırmalar veya nitel araştırmayı savunmalar –nicel yöntemlerin hâkimiyetine karşı çıkarak- genel anlamda bu makaleye geri dönerler. Jürgen Habermas’ın Marksist anlamda diyalektik ve tarihsel bir araştırma biçimi inşa etmenin bir yöntemi olarak geliştirdiği bilgiye “eleştirel-diyalektik yaklaşım” bu temelden köken alır. İnsan özgürlüklerini genişletebilen sosyal güçleri tanımlamak amacıyla sosyal gerçekliği yaratan süreçlere odaklanmak anlamına gelir bu. Aynı zamanda uluslararası ilişkilerdeki eleştirel ve Neo-Gramscian yaklaşımların dayanığıdır da.

Horkheimer’ın geleneksel kurama eleştirisi şunlardır: Ana akım akademi özünde kapitalist toplumu ideolojik olarak çoğaltmakta veya kapitalist sömürü ve baskının daha sorunsuz işlemesine yardım etmektedir. Eleştirel kuram, geleneksel kuramın aksine toplumu diyalektik olarak ilerleyen tarihsel gelişme olarak kavramaktadır. Böylelikle eleştirel kuramlar insan pratiğine  (praxis) yöneliktir ve Fransız tarihçi Fernand Braudel’in “mümkün olanın sınırları” olarak tanımladığı şeydeki değişimi kavramsallaştırır. Horkheimer’a göre  insanların sabit özellikleri hakkında soyut varsayımlara dayanan sosyal durumların sonuçlarını tahmin etmeye çalışan ana akım kuramlar toplum analizlerinde insanın özgürlüğüne yer vermez. Dahası, insan doğasının ifadeleri olarak tarihsel olarak gelişmiş koşulları kabul etme eğiliminde olduğundan statükoyu savunur.

Bu aynı zamanda İngilizce’de Akıl Tutulması (Eclipse of Reason) adıyla yayımlanan Horkheimer’ın son dönem araçsal akıl eleştirisinin temelini de attı. Ayrıca burada Aydınlanmanın Diyalektiği (Dialectic of Enlightenment) eserinin merkezindeki temalara odaklandı. Yani bilginin üretiminin nasıl tarafsız olmadığından, daima kapitalist kârlar, işyerinde işçiler üzerinde daha etkili kontrol, devletin egemenlik etkinliği gibi bazı amaçları taşıdığından bahsetti. Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın Diyalektiğinde; toplum üzerindeki kontrolünü yeniden güçlendirmek için hâkim sınıflara doğaya ve insanlığa dair bilgilerini kullanma gücü vermesiyle birlikte Aydınlanmanın kendini dönüştürdüğünü ileri sürerek bunu bir adım daha ileriye götürdü.

İkili, uzun zaman sosyal bilimlerle Freudyen psikolojiyi birleştirmeye uğraştı. Birleşik Devletlerde, Horkheimer ve Adorno bilinç (conscious) ve bilinçaltı (subconscious) insan arzularının sorgulayarak psikolojinin gittikçe kusursuz bir sosyal kontrol aracı haline gelen “kültür endüstrisi (culture industry)” tarafından nasıl sömürüldüğünü analiz etmeye çalıştı. Bunu Birleşik Devletlerde özellikle Hollywood’a ilişkin düşünceleriyle ve cazın yükselişine dair ilk elden deneyimlemeleriyle dile getirdiler. Horkheimer ve Adorno kültür ve ideolojinin özünde; statüko ile kapitalist sosyal ilişkilerin alternatifi olmadığının kabulünü besleyen ve gelecekteki değişim için emek gücünü yeniden üreten sosyal işlevi ifa ettiğine inanmaktadır.

Solcu Düşünceyi Tarihselleştirme

Horkheimer ve Adorno bu nedenle işçi sınıfının kapitalizmle başa çıkma yetisi açısından giderek kötümser hale geldi.  Diğer bir deyişle Marksist hainler (heretic) oldular. Aile ve otoriteryanizm çalışmalarında Horkheimer, Adorno ve Löwenthal faşizmin işçi sınıfının bir ürünü olmadığını fakat aynı zamanda onun çekiciliğine karşı bağışıklığı olmadığını da gözlemlemeye başladılar.

Araştırmaları şimdi öznelerin toplumdaki uyumsuz unsurlara karşı önyargı sahibi olmalarının ve sistematik sınıf sömürüsü ve hâkimiyetinin olduğu ekonomik bir sisteme tahammül etmelerinin hatta bazen kişi özgürlüklerinden vazgeçmeye gönüllü olmalarının nedenlerine odaklandı. (Frankfurt Okulu psikanalisti Erich Froom, bu durumu “özgürlükten kaçış” olarak tanımladı.) Bu durum Marksizm’de bir değişikliği gerektirmiyor muydu?

Horkheimer’a göre; ataerkil (patriyarkal) aile itaatkâr davranışların iletim kayışıydı*** (transmission belt). Otorite ve Aile (Autorität und Familie) eserinde Horkheimer, Stalin’in Marksizm ve Leninizm ortodoksisi ve ekonomik ve sınıf-indirgemeci (“kaba”) Marksizm’e karşı yazdı. Ve sürdürdü:

“Üretim süreci insanları sadece işyerlerinde deneyimledikleri …. biçimde doğrudan etki etmez aynı zamanda [üretim süreci] nispeten güçlü ...  aile, okul, kilise, sanat kuruluşları vb. kurumlar vasıtasıyla da kendini gösterir. Bir toplumun belli bir şekilde işlemesinin, istikrarının veya çözülmesinin nedenlerini anlamak için farklı sosyal gruptaki insanların psişik durumlarının farkında olmamız ve karakterinin yaşadığı dönemin kültürel güçlerince nasıl biçimlendirildiğini bilmemiz gerekmektedir. Ekonomik süreci tarihsel gelişmelere özgü dayanak olarak kavrayış onu sosyal yaşamın diğer bütün değişen ilişkisinde gözlemlemek anlamına gelmektedir.” 

Bu nedenle Horkheimer mekanik ve ekonomik olmayan bir Marksizm öneriyordu. Ancak pratikte üretim alanının ötesindeki sosyal yaşam alanlarına da odaklanma, yeniden üretim alanları -aile, kültür ve ideoloji dışında başka hiçbir şeye odaklanmamaya dönüştü. 

Burada anlaşılması gereken önemli şey, Marksist olmayan bu yöntemin 1930’larda Sosyal Araştırma Enstitüsünün başlangıcına dokunmuş ve işlenmiş olmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, Enstitüsü cisimleşmeye başladığı erken dönemlerinde tam teşekküllü, mekanik ve ekonomik olmayan bir toplum kuramı geliştirmek amacıyla bütün akademik disiplinleri birleştirmeye çalıştı. Buna karşın Enstitünün kuruluş programında bahsedilen disiplinler sadece sosyoloji, psikoloji ve felsefeydi. 1845 gibi erken dönemlerinde Marks felsefeden kopmuş olmasına ve ekonomi politik eleştiri ekseninde kendi diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemini geliştirmesine karşın ekonomi politik -veya Almancada tanımlandığı adıyla Nationalökonomie- Enstitünün irade bildirme raporunda zaten yoktu. Buna rağmen -Aydınlanmanın Diyalektiğinde- projelerini “sosyoloji, psikoloji ve epistemolojinin” içinden eleştiri ve “sosyoloji, psikoloji ve epistemoloji”nin eleştirisi olarak betimleyerek Horkheimer ve Adorno daha da ileriye götürdü.  

Sonuçta, Henryk Grosman gibi Enstitü ile gevşek bağ kuran diğer düşünürlerin aksine Horkheimer kapitalizm ve krizleri, sermaye/emek ilişkileri, artı değerin yaratılması ve dağıtılması, sistemin genişletilmiş yeniden üretimi, emeğin uluslararası işbölümündeki hiyerarşik doğası, ulus devletler sisteminde uluslararasılaşmış kapitalizmin kuruluşu, emperyalizmin kökenleri ve emperyaller arası rekabetler vb. hakkındaki ampirik araştırmalarla hiç ilgilenmedi.

Bu tesadüf değildi. Horkheimer ve Adorno’nun Marksizm ve işçi sınıfına yöneldikleri biçimle yakından bağlantılıydı. Burjuva Tarih Felsefesi Esasları (Anfänge der bürgerlichen Geschichtsphilosophie, 1930) ve Egoism ve Özgürlük Hareketi (Egoismus und Freiheitsbewegung, 1936) eserlerinde değindiği gibi Horkheimer’a göre işçi sınıfı ancak soyut, tarihi-felsefi açıdan devrimci özne olabilirdi. İşçi sınıfı yanlış buldukları ekonomik ve sosyal sisteme son verecek özne olarak esasen önemsiz bir vekildi (empty placeholder). Eğer beklentilerine ulaşamazsa o zaman kolayca başka bir devrimci özne ile değiştirilebilir -veya (kapitalizmden) çıkış yolu olmadığı sonucuna varılabilirdi. 

Bu aynı zamanda Horkheimer'ın E.P. Thompson gibi öznel kuramcıların daha sonraları incelediği gibi işçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfı içi rekabet ve dayanışma diyalektiği, işçi sınıfının doğal ayrıklık-birlik (ve birlik olamama) durumu ve bu nedenle işçi sınıfının politik olarak inşa edilişi hakkındaki ampirik araştırmalarla ilgilenmemiştir. Hatta ilgilenmek bir yana somut emek uyuşmazlıklarını, örgütlenme stratejilerini analiz etmekten bile kaçınmış ayrıcı işçi sınıfı bilinci veya sınıf oluşumu, dağılması ve yeniden oluşumu hakkında da çalışmamıştır. Horkheimer ve Adorno, sermaye ve emek arasındaki sınıf çatışmasına dair Marksist varsayımlarında Ortodoks oldukları açıktır. Ve Alman Sosyoloji Derneği içindeki tartışmalarda Adorno, liberal "endüstri toplumu" ve muhafazakar "katmanlı orta sınıf" (Helmut Schelsky'e göre) nosyonlarına karşı Marksist sınıf kuramını hararetli bir biçimde savundular. Ancak işçi sınıfı (faşizmin iktidara gelmesini engelleyemediği için) hayal kırıklığına uğradıktan hemen sonra Horkheimer işçi sınıfını terk etti. Birilerinin umutlarını önemsiz birisine yansıtmasının doğası böyledir. 

Her hâlükârda işçi sınıfı kapitalizme son verme misyonunda bu Marksistleri başarısızlığa uğratmıştır. Yahudilerde ve Avrupa'da (1939) Horkheimer faşizmin geç kapitalizme uygun devlet şekli olduğunu söyleyecek kadar ileriye gitti. Açıkçası, 1945 sonrası birden liberal demokrasinin savaş sonrası kapitalizmin “doğal” şekli olmasıyla karşı konulamaz bu sonuçlar sorunlu hale geldi.

Buna karşın, Horkheimer ve Adorno şimdi “Aydınlanmanın aralıksız kendi kendini yok etmesi (ceaseless self-destruction) olarak tanımladılar. Onlara göre, işçi sınıfının tamamen bütünleşmiş göründüğü ve kitlesel tüketicilerin işçi kitlesine dönüştüğü savaş sonrası kapitalizmin “kültür endüstrisi” faşizmden sadece yüzeysel olarak farklıydı.

Esasen, Horkheimer ve Adorno tarihsel faşizmi sosyalist projenin nihai yenilgisi ve kuramsal konformist olmayan (1950’lerin Fransız varoluşçuluğundan farksız) ve soyut anti kapitalizm konumuna geri çekiliş olarak ele aldılar. Buna karşın bu konumla birlikte esasen Marks’ın “Alman İdeolojisi”ndeki “eleştirel eleştirinin eleştirisi”nin gerisinde kaldılar. Bruno Bauer ve Max Stirner gibiler ise  matemdeydiler.  “İnsanlar aldatmacanın evrensel bağlantısıyla görseydi -bizim yaptığımız- keşke” (evrensel kör bağlantı/ universelle Verblendungszusammenhang)!

Devrimci Kötümserlik 

Horkheimer böylece savaş sonrası felsefesini “devrimci iyimserlikten” “devrimci kötümserliğe” dönüş olarak değerlendirdi. Engellenmiş devrimciydi artık: Sistem hatalıydı ancak çıkış da yoktu özellikle işçi sınıfı aracılığıyla.

Horkheimer bu duygularda yalnız değildi. Savaş sonrası birçok radikal solcu ve anti-kapitalist –özellikle gerçek işçi partilerinde örgütlenmeyenler- hayal kırıklığına uğramış devrimcilerdi. 1933’den önce KPD’ye yakın olan ve sonra “içsel göç (inner emigration)”  yaşayan Alman yazar Alfred Andersch, savaş sonrası Batı Almanya “evsiz sol” bıraktı demekteydi. İşçi sınıflarının ihanetleri 1945’ten sonra da devam etmiş görünüyordu. Kısa ömürlü sosyalist uyanışın ardından Soğuk Savaş ve Keynesyen refah devleti olarak Yeni Düzen’in (New Deal) uluslarasılaşması, devrimci işçi sınıfı ruhundan geri kalanları tamamen emmiş gibiydi.

Bu hayal kırıklığı pek çok solcuyu, işçi sınıfının niçin başarısız olduğunu açıklayabilecek analiz düzeyleri olarak kültür ve ideolojiye yönlendirdi. Bir dereceye kadar -Stuart Hall’un Birleşik Krallıkta “Birinci Yeni Sol’u (First New Left”) kurması da- eski solun tarihi yenilgisiyle birlikte kültüre dönüşünü haklı çıkardı.

İşçi sendikalarını, tıpkı işçi sınıfını kapitalizmle bütünleştiren kiliseler gibi “devletin ideolojik aygıtları (ideological state apparatus)” olarak ele alarak korporatizm eleştirisi yapan Louis Althusser yönetiminde Fransız yapısalcı Marksizm de benzer şekilde davrandı.

Horkheimer bunu zaten özgür düşüncenin tutulması olarak kuramsallaştırmıştı. Sınıf İlişkilerinin Sosyolojisi Üzerine adlı yayımlanmamış eserinde kafasındakileri söze döküyordu. İşçi sınıfı onun ve Adorno’nun 19. yüzyıl burjuvalarıyla olumlu olarak ilişkilendirdiği türden bir özgür düşünceden acizdi. Çünkü işçi örgütleri; istikrarlı bütün içinde tekelci sermayenin tekelci emek ile birleştiği “geç kapitalizmle” kaynaşmıştı (Adorno, “yönetilen dünya /administered world” olarak tanımlamıştı.). “Sınıf çatışması” yazar Horkeimer, “tekelci birlikler arasındaki etkileşim sistemine, sınıf konformite [Klassenanpassung/sınıf ayarı] araçlarına ve savaşlara dönüştü.

Yanlış bir biçimde mutlak yoksulluk kuramını (immiseration theory) Marx’a atfeden Horkheimer, tekelci emeğin işçileri yeni, kitlesel-tüketici “orta sınıfa” yükselttiğini savundu. Ve “ Kapitalist süreçte işçilerin pasif rolden aktif role yükselişi ona (erkek/kadın) genel sistemle bütünleşmesine mâl oldu.” dedi.  

Kenarlara Doğru

Hollywod filmleri, yüksek maaş, bulaşık makineleri ve korporatist makroekonomik planlamayla birlikte işçi sınıfının kapitalizmle tamamen bütünleşmesi sonunda radikal anti-kapitalist entelektüellerin devrim için başka özneler bulması gerekti. Ve pek çoğu kendilerini şimdi terkedilmiş işçi sınıfının ötesinde toplumun kenarlarında buldu. Herbert Marcuse gibi kendini Marksist olarak tanımlayanlar gençlik ayaklanmasını ve cinsel devrimi potansiyel devrimci özne/konu olarak ele aldılar.

Michel Foucault gibi Marksist olmayan radikaller ve Pier Paolo Pasolini gibi post-Marksist devrimciler; toplum dışına itilmiş grupların (marginalized group) -psikiyatrik hastalardan küçük suçlulara ve geylere (eşcinsel) kadar- karmaşık desenine (patchwork) dönüştürdü. Sonuçta hem Horkheimer ve Foucault sadece özgürlüğün arda kalan unsurlarını savunmayı ve tahakkümün “küçük iktidarlarını/micro-powers” tanımlamayı bir olasılık olarak değerlendirdiler. Ancak büyük-iktidar/macro-power yapılarındaki değişiklikler erişilemezdi. Diğer bir deyişle John Sanbonmatsu’nun postmodern eleştirisinde söylediği gibi, Güç/iktidar inşasında bir biçim olarak artık “karşı hegemonya” (Antonio Gramsci’ye göre) yerine “anti-hegemonya”dan (Horkheimer, Foucault vb.) temel alan bir Sol doğdu. Fakat tarih oldukça ironik olabilir ve gerçekten de, savaş sonrası politik ve sosyal istikrar 1960’ların sonlarında sona erdi. Eş zamanlı artan sermaye kârlarının ve reel işgücü gelirlerinin  “Kapitalizmin Altın Çağı” (Eric Hobsbawn) son buldu. Keynesyen yasal düzenlemelere tabî Fordist kapitalizm kâr sıkışıklığının (profit squeeze) şekillendirmesiyle kendi iç sınırlarına ulaştı. Aniden 1920-30’lardan beri görünmeyen yeni bir emek militanlığı dalgası ortaya çıktı ve 1970’leri emek mücadelelerinin zirve noktası haline getirdi.

Merkez dayanamadı. Bir şeyler vermek zorundaydı. Kapitalizm tıpkı Rudolf Meidner’in emeklilik fonu sosyalizmi veya neoliberalizm vasıtasıyla dönüştürülecekti.

Neoliberaller galip geldi ve ilkin Batı’daki işçi grevleri dalgası kisvesinde ve ardından   -işçilerin yenilgisi sonrası- işçi hareketi pek çok kazanımını kaybetmesi, sermaye ve işçiler arasındaki tarihsel uzlaşmanın çözülmesiyle işçi sınıfının bütünleşmesi birden son erdi.

Savaş sonrası dönem esasen iktidar ve sosyal kontrol teknolojileriyle hareketsizleşen “geç-kapitalist- toplumun genel nitelikleri olarak savaş sonrası dönemin oldukça spesifik zamansal-mekânsal konjonktürünü yanlış anlayan bir Fordist Marksizm markası ve yeniden üretimci sol yarattı. Bu nedenle 1968 Mayıs’a ve on yıl sonraki sosyal ayaklanmaya hazırlıksız yakalandılar.

Bununla birlikte savaş sonrası kapitalizmini anlamlandırmamanın kökenleri daha eskidir. 1930’ların sonları ve 1940’ların başlarında gelişen araştırma çerçevelerinden Marksist ekonomi politiğin çıkarılmasıyla atılmıştır. Bu bağlamda Perry Anderson’un Batı Marksizmini giderek daha da (yeniden) felsefeleştirilmiş olgu olarak eleştirmesi doğrudur.

Bazı kuramcılar hata yaptıklarını kabul ettiler. Nicos Poulantzas’a göre; Mayıs 1968 Paris’i bir “epifani/aydınlanmaydı”. Sonradan Althusser’in yapısal soyutlamacılıığından uzaklaştı ve İngiliz Marksist tarihçi E.P.Thompson bilâhare Kuramın Yoksulluğu’nda  (The Poverty of Theory, 1978) radikalleşti ve daha çok tarihsel sınıf analizinden köken alan sosyal analize yöneldi. Horkheimer’ın yakın çalışma arkadaşı Herbert Marcuse hatasının farkına vardı ve  “yanlış bilinç” ile tamamen bütünleşen Tek Boyutlu İnsan (One-Dimensional Man, 1964) nosyonundan Karşıdevrim ve İsyan  (Counterrevolution and Revolt, 1972) analizine kaydırdı.

Max Horkheimer hiç değişmedi. Adorno’un öldüğü yıl -1969- onunla birlikte Aydınlanmanın Diyalektiğine yeni bir giriş yazdılar. Kapitalizmle bütünleşmiş bir işçi sınıfını reddetmekte haklı oldukları konusunda ısrar ettiler. “Bugün, ilerleme karşısında bile duraksamayan eleştirel düşünce, büyük tarihsel eğilimlerin karşısında güçsüzmüş gibi görünse dahi gerçek insani yönelimlere ve özgürlük kalıntılarına taraf olmayı gerektirir. Bu kitabın tanımladığı toplam bir bütünleşmeye yönelen gelişme yalnızca sekteye uğramıştır, yok olmamıştır.”

Politikayla Bağları Kaybetme

Horkheimer ve Adorno 19’uncu yüzyıl burjuvazisini özgür birey düşüncesi olarak görmüşlerse de bu görünüş şimdi kaybolmuştu ve onlar da herkes için bu özgürlüğü sağlayacak değişimin itici gücünü işçi sınıfına vermekten vazgeçmişlerdi. Her iki öznenin resimden çıkmasıyla birlikte praksis nosyonu; post faşist Fordist kapitalizm koşullarıyla Frankfurt Okulu’nda dönüşürken eleştirel teoriden kayboldu. Karl Korsch, Bertolt Brecth veya Wolfgang Abendroth gibi düşünürlerin aksine Horkheimer iki savaş arasındaki dönemde dahi sosyalist işçi hareketinin içinde aktif olarak bulunmadı. Bu şimdi hem kuramsal hem de kişisel olarak onların yeniden karşısına çıkmıştı.

Anti kapitalizm konusunda ne kadar radikal olursa olsun soyutlama ile bitmesi pek çok öğrencisine tatmin edici gelmedi. Frankfurt Okulu’nun fazla radikal kısmı – toplumun bugünkü yapısında temelde yanlış giden şey olduğu nosyonu- milyonlarca eleştirel öğrenciyi etkileyecekti.

Ve aynı zamanda da, Frankfurt Okulu bu toplumun nasıl değişeceğine dair praksis yaklaşımından yoksundu. Horkheimer ve Adorno’nun öğrencileri esasen sadece iki çıkış yoluna sahipti: Ya giderek artan bir biçimde gizemli dil konuşan toplumdan dışlananların taklitçilerine (epigones) dönebilir ya da öğretmelerinden gerçek politik praksise dönüş talep edebilirlerdi tıpkı Hans-Jürgen Krahl veya Alex Demirovic’in yaptığı gibi. Yine de, Frankfurt Okulu’nun kendisi kuramsal ve politik olarak çıkmaz bir sokak olmuştu.

Ancak, Frankfurt Okulu’nun otoriteryanizm -otoriteryen boyun eğme/authoritarian submission, otoriteryen salgırganlık/ authoritarian aggression, öznelci bakış karşıtlığı/anti-intraception vb.- ile ilgili yaptıkları gözlemlerin artık faydalı olmadığı anlamına gelmiyordu bu. Elbette, Adorno’nun insan kişiliğinin temelde ilk çocukluk dönemlerinde biçimlendiği ve belirlendiği varsayımı gibi Freudyan belirlenimcilikten kurtulması gerekiyordu. Klaus Holzkamp Okulu gibi Alman Eleştirel Psikolojisi, somut tarihi durumlar bakımından otoriter davranışları (özneler otoriteryan veya otoriteryan olmayan yollarla ihtiyaçlarına ve motivasyonlarına göre harekete geçme gibi “faillik gücünü” sürdürmeyi seçebilir) çok daha iyi kavramsallaştırmıştır. Dahası otoriteryanizm çalışmaları, otoriterliği otoriter baba figürüyle kuşaktan kuşağa devredilmesi gibi dar bir şekilde tasavvur etmek yerine somut iş ortamları deneyimleriyle ilişkilendirmek zorunda kalacaktı.

Ancak, bugün Horkheimer’ın kapitalist sistemin kültür ve ideoloji tarafından yeniden üretilmesinin nasıl olduğuna odaklanmasının  politik ekonomiden uzaklaşmak anlamına geldiğini kabul etmeliyiz. Bu değişimin, kaymanın serpintisi David Strecker gibi post-yapısalcı ve post Frankfurt Okulu düşünürlerinin küresel finansal krizler hakkında pek az şey söylemesinde görülebilir. Soyut nosyonun ötesinde, bir krizin ne olduğunu kimin tanımlayabileceğini tartışmalı ve elitlerin tanımladığı kriz nosyonunu basitçe kabul etmemelidir. Ekonomi politikten uzaklaşarak kültüre yönelmek esasen toplumun maddi temellerini anlamak için gerekli araçları kaçırmak anlamına gelmektedir. 1930’ların başlarında başlayan bu değişim savaş sonrası sol düşüncenin; gelişmiş (“geç”) kapitalizmin gelen özellikleri olarak varsayılan şeyin aslında sadece çok özel bir politik uzlaşımın ifadesi   -kısa ömürlü olduğu tecrübe edilen- olduğunu tanımlayamamasına neden oldu.

* (Ç.N.) Habilitasyon; Almanya akademik sisteminde; doktora tezinden sonra herhangi bir danışman olmadan tezin yazılması ve kitaba dönüştürülmesi sonucu kazanılan akademik niteliktir.
** (Ç.N.) Reich, İmparatorluk anlamına gelen kelime, 1871-1945 yılları arası Almanya’nın dönemlerine (I, II, III)  verilen isim.
*** (Ç.N.) İletim kayışı (transmission belt) motorun ürettiği gücü mekanik kısma iletir, aktarır. 


Ingar Soltyrr

Berlin Rosa Luxemburg Vakfı Eleştirel Sosyal Analiz Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı

* Jacobin'in internet sitesindeki 15/02/2020 tarihli yazıdan alınarak çevrilmiştir. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

A’dan Z’ye Roland Barthes’in Mitoloji Teorisi : Mitlerin Eleştirel Teorisi - Andrew Robinson

Eleştirel Söylem Analizi: Sosyal Medyada Kuramlara Doğru-I - Connie S. Albert, A.F. Salam

Denizci Şarkıları (Sea Shanties) - Shamser Mambra