Max Horkheimer, Sınıfsız Bir Hoca - Ingar Soltyrr
Frankfurt
Okulu’nun eş kurucusu Max Horkheimer bugün otoriteryan kültürün ferasetli bir
analisti olarak itibar görmektedir. Ancak Horkheimer’ın giderek artan kötümser duruşu,
zamanının politik yenilgilerini ve işçi sınıfı failliğinin kaybına sıklıkla tek
taraflı bir bakışı yansıtmaktadır.
Frankfurt Okulu pek çok
şey için itibar gördü –ve suçlandı-. “Kültürel Marksizm” konusunda bugünün
paniğine bakıldıkça Okul çok etkili olmalı. Politik doğruculuğun sözüm ona
tiranlığı göz önünde tutulduğunda aşırı sağ stratejist Willian Lind, Okulu “küçük, sarmaşıklarla çevrili Kuzey Kore’yi” andıran üniversite
yerleşkeleriyle ilişkilendirdi. Beyazların üstünlüğünü savunan Muhafazakâr
Yurttaşları Konseyi, Okulun -yabancı doğumlu Yahudiler tarafından yazılan- sağcı
otoritercilik eleştirisinin “Birleşik
Devletler Anayasası ve Amerika’ya karşı ihanet” olduğundan yakındı.
Frankfurt Okulu’nun sadece
otoriteryanizm analizinin bugün de geçerli olduğunu işaret etmez. Akademide
moderniteye yönelik önemli eleştirilerden biri olarak uzun süre geçerliliğini
korumuştur. Postmodernizmin aksine Aydınlanma felsefesine bağlılığının
avantajlarıyla birlikte aynı zamanda onu düşünümsel (reflexive) hale
getirmiştir. Hayatının sonlarına doğru Michel Foucault, gençlik döneminde Frankfurt Okulu hakkında daha çok şey öğrenmediğine
dair pişmanlığını ifade etti. Çünkü yaklaşımının, insanlığın bilgi ve teknoloji
vasıtasıyla doğa üzerinde egemenliğinin diğer insanların insanlara hakimiyeti
için nasıl bir araca dönüştüğüne dair Frankfurt Okulunun kuramı ile benzerlik
taşıdığını gördü.
Bütün bu nedenlerden
dolayı yaygın olarak Frankfurt Okulunun savaş sonrası Batı Alman Marksizmin en
önemli filizi olarak kabul edilmektedir. Bu durum, ölümlerinden ardından uzun
zaman geçmesine rağmen genç radikaller ve aktivistlerin Max Horkheimer, Theodor
W. Adorno, Herbert Marcuse ve diğerlerinin eserlerini araştırmasına yol açtı.
Oysa burada oldukça
hatalı bir şeyler var. Kısmen, Frankfurt Okulu başarısını, Nazilerin iktidar
gelmesinden sonra birçok düşünürünün (Pek çok örnekte hem Yahudi hem de solcu
olarak) İngilizce konuşan ülkelere sürgün edilmiş olmalarına borçludur. Burada
önemli bağlantılar kurdular, İngilizce eserler yayınladılar ve Herbert Marcuse
gibi bazı örneklerde Avrupa’nın faşizmden kurtulmasından sonra bile Birleşik
Devletlerde kalmaya devam ettiler.
Ancak Frankfurt Okulu
bütün kuramlarının tarihe özgü olarak anlaşılması gerektiğinde ısrar etseydi
kendi Marksizm tarzı nadiren doğru tarihsel bağlama yerleştirilirdi.
Bu özellikle, aşırı
sağın yükselişinin -ve gerçekten de Frankfurt Okulu’nun çağdaş radikal
akademisyenler üzerindeki etkisi- Horkheimer ve Adorno’nun faşizm ve
otoriteryanizm anlayışının yeniden ilgi çekmesine neden olması açısından
önemlidir. Buna karşın Frankfurt Okulu entelektüellerinin eserlerini tarihselleştirdiğimizde
onların bakışlarının eksikliklerini görmeye başlarız. Bunu bilhassa yazdıkları
bağlama ve savaşlar arası sosyalist hareketin yaşadığı büyük tarihsel yenilgilerden
doğan varsayımlara borçludur.
Genç Horkheimer
Max Horkheimer bir
Yahudi-Alman kapitalist girişimci ve milyonerin oğlu olarak Stuttgart’da doğdu.
Bu burjuva ortamında büyüdü ve iş adamı olması için eğitildi fakat sonrasında
I. Dünya Savaşında askere alındı. Dönüşünde, Schopenhauer’e olan ilgisinin
harekete geçirmesiyle -babasının korktuğu gibi- filozof olmaya karar verdi. Sonra
Münih, Frankfurt ve Edmund Husserl’in öğrencisi Martin Heidegger ile birlikte
Freiburg’da felsefe okudu. Almanya’nın 1918 sonrası çalkantılı sosyal devrim ve
ilk faşist karşı devrim deneyimi nihayetinde onun Karl Marx’a yönelmesine neden
oldu.
Horkheimer pratiğin
içine çok dâhil olmadı. 1914’deki savaş karşıtı duruşa boyun eğmesi nedeniyle
Sosyal Demokratları (SPD) reddetti. Sovyetler Birliği ve devrim şiddeti nosyonundan
hoşlanmadığı için Komünist Parti’ye (KPD) hiç katılmadı. Horkheimer, Hans
Cornelius’un yönetiminde doktora tezini 1922’de bitirdi. Habilitasyonunu* Kant’ın Yargı Yetisinin Eleştirisi (Critique of
Judgment) üzerine yazdığı bir kitapla 1925’de tamamladı. Ardından daha sonra Frankfurt
Okulu olarak bilinecek Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün müdürü oldu.
Okuldaki “Marksist atölye çalışmalarıyla (workshop)”; felsefe ve sosyal
bilimler arasındaki disiplin ayrımı ortadan kaldıracak holistik (bütünsel) bir
yaklaşımı temel alan Marksistyen toplum eleştirisi geliştirmeyi amaçladı.
Politik olaylar çok
geçmeden bu plana son verdi. 30 Ocak 1933’de Başkan Paul von Hindenburg ve muhafazakârların
yardımlarıyla Adolf Hitler Reich** Başbakanı
(Reich Chancellor) oldu. Birkaç gün sonra Horkheimer Almanya’dan kaçtı ve New
York 117. Sokakta Columbia Üniversitesinin bir bölümü olan Eleştirel
Araştırmalar Enstitüsü olarak [Frankfurt Okulu’nu] yeniden kurdu. Burada ona
Friedrich Pollock, Herbert Marcuse, Leo Löwenthal, psikanalist Erich From daha sonraları da Theodor Adorno katıldı. Adorno ve Marcuse; Horkheimer'ın etkisi ve desteği için özel rakiplerdi.
Eleştirel Kuram bu yüzden büyük oranda sürgünde oluşturuldu. Frankfurt Okulluların yazdığı önemli metinler 1933'den sonra geldi: Otorite ve Aile (the Studies on Authority and Family, 1936), Egoism ve Özgürlük Hareketi (Egoismus und Freiheitbewegung, 1936), Geleneksel ve Eleştirel Kuram (Traditional and Critical Theory, 1937), Yahudiler ve Avrupa (The Jews and Europe, 1939), Aydınlanmanın Diyalektiği (Dialectic of Enlightenment, yazım 1944, yayımlanma 1947), Akıl Tutulması (Eclipse of Reason, 1947), Önyargı Çalışmaları (the Studies in Prejudice, 1949-1950) vb.
Eleştirel Kuram bu yüzden büyük oranda sürgünde oluşturuldu. Frankfurt Okulluların yazdığı önemli metinler 1933'den sonra geldi: Otorite ve Aile (the Studies on Authority and Family, 1936), Egoism ve Özgürlük Hareketi (Egoismus und Freiheitbewegung, 1936), Geleneksel ve Eleştirel Kuram (Traditional and Critical Theory, 1937), Yahudiler ve Avrupa (The Jews and Europe, 1939), Aydınlanmanın Diyalektiği (Dialectic of Enlightenment, yazım 1944, yayımlanma 1947), Akıl Tutulması (Eclipse of Reason, 1947), Önyargı Çalışmaları (the Studies in Prejudice, 1949-1950) vb.
Frankfurt Okulu’nun
epistemolojik programı Horkheimer’in anahtar makalesi “Geleneksel ve Eleştirel
Kuram” üzerine kuruludur. “Pozitif bilimlerin” eleştirisi temeline dayanır. Başka
bir deyişle sosyal bilimleri doğa bilimleri gibi modelleme. Soyut kuramsallaştırmalar
veya nitel araştırmayı savunmalar –nicel yöntemlerin hâkimiyetine karşı
çıkarak- genel anlamda bu makaleye geri dönerler. Jürgen Habermas’ın Marksist
anlamda diyalektik ve tarihsel bir araştırma biçimi inşa etmenin bir yöntemi
olarak geliştirdiği bilgiye “eleştirel-diyalektik yaklaşım” bu temelden köken
alır. İnsan özgürlüklerini genişletebilen sosyal güçleri tanımlamak amacıyla
sosyal gerçekliği yaratan süreçlere odaklanmak anlamına gelir bu. Aynı zamanda
uluslararası ilişkilerdeki eleştirel ve Neo-Gramscian yaklaşımların dayanığıdır
da.
Horkheimer’ın
geleneksel kurama eleştirisi şunlardır: Ana akım akademi özünde kapitalist
toplumu ideolojik olarak çoğaltmakta veya kapitalist sömürü ve baskının daha
sorunsuz işlemesine yardım etmektedir. Eleştirel kuram, geleneksel kuramın
aksine toplumu diyalektik olarak ilerleyen tarihsel gelişme olarak
kavramaktadır. Böylelikle eleştirel kuramlar insan pratiğine (praxis) yöneliktir ve Fransız tarihçi Fernand
Braudel’in “mümkün olanın sınırları” olarak tanımladığı şeydeki değişimi kavramsallaştırır.
Horkheimer’a göre insanların sabit
özellikleri hakkında soyut varsayımlara dayanan sosyal durumların sonuçlarını
tahmin etmeye çalışan ana akım kuramlar toplum analizlerinde insanın
özgürlüğüne yer vermez. Dahası, insan doğasının ifadeleri olarak tarihsel
olarak gelişmiş koşulları kabul etme eğiliminde olduğundan statükoyu savunur.
Bu aynı zamanda İngilizce’de
Akıl Tutulması (Eclipse of Reason) adıyla yayımlanan Horkheimer’ın son dönem
araçsal akıl eleştirisinin temelini de attı. Ayrıca burada Aydınlanmanın
Diyalektiği (Dialectic of Enlightenment) eserinin merkezindeki temalara
odaklandı. Yani bilginin üretiminin nasıl tarafsız olmadığından, daima
kapitalist kârlar, işyerinde işçiler üzerinde daha etkili kontrol, devletin
egemenlik etkinliği gibi bazı amaçları taşıdığından bahsetti. Horkheimer ve
Adorno Aydınlanmanın Diyalektiğinde; toplum üzerindeki kontrolünü yeniden
güçlendirmek için hâkim sınıflara doğaya ve insanlığa dair bilgilerini kullanma
gücü vermesiyle birlikte Aydınlanmanın kendini dönüştürdüğünü ileri sürerek
bunu bir adım daha ileriye götürdü.
İkili, uzun zaman
sosyal bilimlerle Freudyen psikolojiyi birleştirmeye uğraştı. Birleşik
Devletlerde, Horkheimer ve Adorno bilinç (conscious) ve bilinçaltı
(subconscious) insan arzularının sorgulayarak psikolojinin gittikçe kusursuz bir
sosyal kontrol aracı haline gelen “kültür endüstrisi (culture industry)”
tarafından nasıl sömürüldüğünü analiz etmeye çalıştı. Bunu Birleşik Devletlerde
özellikle Hollywood’a ilişkin düşünceleriyle ve cazın yükselişine dair ilk
elden deneyimlemeleriyle dile getirdiler. Horkheimer ve Adorno kültür ve
ideolojinin özünde; statüko ile kapitalist sosyal ilişkilerin alternatifi
olmadığının kabulünü besleyen ve gelecekteki değişim için emek gücünü yeniden
üreten sosyal işlevi ifa ettiğine inanmaktadır.
Solcu Düşünceyi Tarihselleştirme
Horkheimer ve Adorno bu
nedenle işçi sınıfının kapitalizmle başa çıkma yetisi açısından giderek
kötümser hale geldi. Diğer bir deyişle
Marksist hainler (heretic) oldular. Aile ve otoriteryanizm çalışmalarında
Horkheimer, Adorno ve Löwenthal faşizmin işçi sınıfının bir ürünü olmadığını
fakat aynı zamanda onun çekiciliğine karşı bağışıklığı olmadığını da
gözlemlemeye başladılar.
Araştırmaları şimdi öznelerin
toplumdaki uyumsuz unsurlara karşı önyargı sahibi olmalarının ve sistematik
sınıf sömürüsü ve hâkimiyetinin olduğu ekonomik bir sisteme tahammül
etmelerinin hatta bazen kişi özgürlüklerinden vazgeçmeye gönüllü olmalarının nedenlerine
odaklandı. (Frankfurt Okulu psikanalisti Erich Froom, bu durumu “özgürlükten
kaçış” olarak tanımladı.) Bu durum Marksizm’de bir değişikliği gerektirmiyor
muydu?
Horkheimer’a göre; ataerkil
(patriyarkal) aile itaatkâr davranışların iletim kayışıydı*** (transmission belt). Otorite ve Aile (Autorität
und Familie) eserinde Horkheimer, Stalin’in Marksizm ve Leninizm ortodoksisi ve
ekonomik ve sınıf-indirgemeci (“kaba”) Marksizm’e karşı yazdı. Ve sürdürdü:
“Üretim
süreci insanları sadece işyerlerinde deneyimledikleri …. biçimde doğrudan etki
etmez aynı zamanda [üretim süreci] nispeten güçlü ... aile, okul, kilise, sanat kuruluşları vb.
kurumlar vasıtasıyla da kendini gösterir. Bir toplumun belli bir şekilde
işlemesinin, istikrarının veya çözülmesinin nedenlerini anlamak için farklı
sosyal gruptaki insanların psişik durumlarının farkında olmamız ve karakterinin
yaşadığı dönemin kültürel güçlerince nasıl biçimlendirildiğini bilmemiz
gerekmektedir. Ekonomik süreci tarihsel gelişmelere özgü dayanak olarak kavrayış
onu sosyal yaşamın diğer bütün değişen ilişkisinde gözlemlemek anlamına
gelmektedir.”
Bu nedenle Horkheimer
mekanik ve ekonomik olmayan bir Marksizm öneriyordu. Ancak pratikte üretim
alanının ötesindeki sosyal yaşam alanlarına da
odaklanma, yeniden üretim alanları -aile, kültür ve ideoloji dışında başka hiçbir şeye odaklanmamaya
dönüştü.
Burada anlaşılması
gereken önemli şey, Marksist olmayan bu yöntemin 1930’larda Sosyal Araştırma
Enstitüsünün başlangıcına dokunmuş ve işlenmiş olmasıdır. Daha önce de
söylediğimiz gibi, Enstitüsü cisimleşmeye başladığı erken dönemlerinde tam
teşekküllü, mekanik ve ekonomik olmayan bir toplum kuramı geliştirmek amacıyla
bütün akademik disiplinleri birleştirmeye çalıştı. Buna karşın Enstitünün
kuruluş programında bahsedilen disiplinler sadece sosyoloji, psikoloji ve
felsefeydi. 1845 gibi erken dönemlerinde Marks felsefeden kopmuş olmasına ve
ekonomi politik eleştiri ekseninde kendi diyalektik ve tarihsel materyalist
yöntemini geliştirmesine karşın ekonomi politik -veya Almancada tanımlandığı
adıyla Nationalökonomie- Enstitünün irade bildirme raporunda zaten yoktu. Buna
rağmen -Aydınlanmanın Diyalektiğinde-
projelerini “sosyoloji, psikoloji ve epistemolojinin” içinden eleştiri ve
“sosyoloji, psikoloji ve epistemoloji”nin eleştirisi olarak betimleyerek Horkheimer
ve Adorno daha da ileriye götürdü.
Sonuçta, Henryk Grosman
gibi Enstitü ile gevşek bağ kuran diğer düşünürlerin aksine Horkheimer
kapitalizm ve krizleri, sermaye/emek ilişkileri, artı değerin yaratılması ve
dağıtılması, sistemin genişletilmiş yeniden üretimi, emeğin uluslararası işbölümündeki
hiyerarşik doğası, ulus devletler sisteminde uluslararasılaşmış kapitalizmin
kuruluşu, emperyalizmin kökenleri ve emperyaller arası rekabetler vb.
hakkındaki ampirik araştırmalarla hiç ilgilenmedi.
Bu tesadüf değildi.
Horkheimer ve Adorno’nun Marksizm ve işçi sınıfına yöneldikleri biçimle yakından
bağlantılıydı. Burjuva Tarih Felsefesi
Esasları (Anfänge der bürgerlichen Geschichtsphilosophie, 1930) ve Egoism ve
Özgürlük Hareketi (Egoismus und Freiheitsbewegung, 1936) eserlerinde
değindiği gibi Horkheimer’a göre işçi sınıfı ancak soyut, tarihi-felsefi açıdan devrimci özne olabilirdi. İşçi sınıfı yanlış buldukları ekonomik ve sosyal sisteme son verecek özne olarak esasen önemsiz bir vekildi (empty placeholder). Eğer beklentilerine ulaşamazsa o zaman kolayca başka bir devrimci özne ile değiştirilebilir -veya (kapitalizmden) çıkış yolu olmadığı sonucuna varılabilirdi.
Bu aynı zamanda Horkheimer'ın E.P. Thompson gibi öznel kuramcıların daha sonraları incelediği gibi işçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfı içi rekabet ve dayanışma diyalektiği, işçi sınıfının doğal ayrıklık-birlik (ve birlik olamama) durumu ve bu nedenle işçi sınıfının politik olarak inşa edilişi hakkındaki ampirik araştırmalarla ilgilenmemiştir. Hatta ilgilenmek bir yana somut emek uyuşmazlıklarını, örgütlenme stratejilerini analiz etmekten bile kaçınmış ayrıcı işçi sınıfı bilinci veya sınıf oluşumu, dağılması ve yeniden oluşumu hakkında da çalışmamıştır. Horkheimer ve Adorno, sermaye ve emek arasındaki sınıf çatışmasına dair Marksist varsayımlarında Ortodoks oldukları açıktır. Ve Alman Sosyoloji Derneği içindeki tartışmalarda Adorno, liberal "endüstri toplumu" ve muhafazakar "katmanlı orta sınıf" (Helmut Schelsky'e göre) nosyonlarına karşı Marksist sınıf kuramını hararetli bir biçimde savundular. Ancak işçi sınıfı (faşizmin iktidara gelmesini engelleyemediği için) hayal kırıklığına uğradıktan hemen sonra Horkheimer işçi sınıfını terk etti. Birilerinin umutlarını önemsiz birisine yansıtmasının doğası böyledir.
Her hâlükârda işçi sınıfı kapitalizme son verme misyonunda bu Marksistleri başarısızlığa uğratmıştır. Yahudilerde ve Avrupa'da (1939) Horkheimer faşizmin geç kapitalizme uygun devlet şekli olduğunu söyleyecek kadar ileriye gitti. Açıkçası, 1945 sonrası birden liberal demokrasinin savaş sonrası kapitalizmin “doğal” şekli olmasıyla karşı konulamaz bu sonuçlar sorunlu hale geldi.
Bu aynı zamanda Horkheimer'ın E.P. Thompson gibi öznel kuramcıların daha sonraları incelediği gibi işçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfı içi rekabet ve dayanışma diyalektiği, işçi sınıfının doğal ayrıklık-birlik (ve birlik olamama) durumu ve bu nedenle işçi sınıfının politik olarak inşa edilişi hakkındaki ampirik araştırmalarla ilgilenmemiştir. Hatta ilgilenmek bir yana somut emek uyuşmazlıklarını, örgütlenme stratejilerini analiz etmekten bile kaçınmış ayrıcı işçi sınıfı bilinci veya sınıf oluşumu, dağılması ve yeniden oluşumu hakkında da çalışmamıştır. Horkheimer ve Adorno, sermaye ve emek arasındaki sınıf çatışmasına dair Marksist varsayımlarında Ortodoks oldukları açıktır. Ve Alman Sosyoloji Derneği içindeki tartışmalarda Adorno, liberal "endüstri toplumu" ve muhafazakar "katmanlı orta sınıf" (Helmut Schelsky'e göre) nosyonlarına karşı Marksist sınıf kuramını hararetli bir biçimde savundular. Ancak işçi sınıfı (faşizmin iktidara gelmesini engelleyemediği için) hayal kırıklığına uğradıktan hemen sonra Horkheimer işçi sınıfını terk etti. Birilerinin umutlarını önemsiz birisine yansıtmasının doğası böyledir.
Her hâlükârda işçi sınıfı kapitalizme son verme misyonunda bu Marksistleri başarısızlığa uğratmıştır. Yahudilerde ve Avrupa'da (1939) Horkheimer faşizmin geç kapitalizme uygun devlet şekli olduğunu söyleyecek kadar ileriye gitti. Açıkçası, 1945 sonrası birden liberal demokrasinin savaş sonrası kapitalizmin “doğal” şekli olmasıyla karşı konulamaz bu sonuçlar sorunlu hale geldi.
Buna karşın, Horkheimer
ve Adorno şimdi “Aydınlanmanın aralıksız kendi kendini yok etmesi (ceaseless self-destruction)
olarak tanımladılar. Onlara göre, işçi sınıfının tamamen bütünleşmiş göründüğü
ve kitlesel tüketicilerin işçi kitlesine dönüştüğü savaş sonrası kapitalizmin
“kültür endüstrisi” faşizmden sadece yüzeysel olarak farklıydı.
Esasen, Horkheimer ve
Adorno tarihsel faşizmi sosyalist projenin nihai yenilgisi ve kuramsal
konformist olmayan (1950’lerin Fransız varoluşçuluğundan farksız) ve soyut anti
kapitalizm konumuna geri çekiliş olarak ele aldılar. Buna karşın bu konumla
birlikte esasen Marks’ın “Alman İdeolojisi”ndeki “eleştirel eleştirinin
eleştirisi”nin gerisinde kaldılar. Bruno Bauer ve Max Stirner gibiler ise matemdeydiler. “İnsanlar aldatmacanın evrensel bağlantısıyla
görseydi -bizim yaptığımız- keşke” (evrensel kör bağlantı/ universelle
Verblendungszusammenhang)!
Devrimci Kötümserlik
Horkheimer böylece
savaş sonrası felsefesini “devrimci iyimserlikten” “devrimci kötümserliğe”
dönüş olarak değerlendirdi. Engellenmiş devrimciydi artık: Sistem hatalıydı
ancak çıkış da yoktu özellikle işçi sınıfı aracılığıyla.
Horkheimer bu
duygularda yalnız değildi. Savaş sonrası birçok radikal solcu ve
anti-kapitalist –özellikle gerçek işçi partilerinde örgütlenmeyenler- hayal kırıklığına
uğramış devrimcilerdi. 1933’den önce KPD’ye yakın olan ve sonra “içsel göç
(inner emigration)” yaşayan Alman yazar
Alfred Andersch, savaş sonrası Batı Almanya “evsiz sol” bıraktı demekteydi.
İşçi sınıflarının ihanetleri 1945’ten sonra da devam etmiş görünüyordu. Kısa
ömürlü sosyalist uyanışın ardından Soğuk Savaş ve Keynesyen refah devleti
olarak Yeni Düzen’in (New Deal) uluslarasılaşması, devrimci işçi sınıfı
ruhundan geri kalanları tamamen emmiş gibiydi.
Bu hayal kırıklığı pek
çok solcuyu, işçi sınıfının niçin başarısız olduğunu açıklayabilecek analiz
düzeyleri olarak kültür ve ideolojiye yönlendirdi. Bir dereceye kadar -Stuart
Hall’un Birleşik Krallıkta “Birinci Yeni Sol’u (First New Left”) kurması da-
eski solun tarihi yenilgisiyle birlikte kültüre dönüşünü haklı çıkardı.
İşçi sendikalarını, tıpkı
işçi sınıfını kapitalizmle bütünleştiren kiliseler gibi “devletin ideolojik aygıtları
(ideological state apparatus)” olarak ele alarak korporatizm eleştirisi yapan Louis
Althusser yönetiminde Fransız yapısalcı Marksizm de benzer şekilde davrandı.
Horkheimer bunu zaten özgür
düşüncenin tutulması olarak kuramsallaştırmıştı. Sınıf İlişkilerinin
Sosyolojisi Üzerine adlı yayımlanmamış eserinde kafasındakileri söze döküyordu.
İşçi sınıfı onun ve Adorno’nun 19. yüzyıl burjuvalarıyla olumlu olarak ilişkilendirdiği
türden bir özgür düşünceden acizdi. Çünkü işçi örgütleri; istikrarlı bütün
içinde tekelci sermayenin tekelci emek ile birleştiği “geç kapitalizmle” kaynaşmıştı
(Adorno, “yönetilen dünya /administered world” olarak tanımlamıştı.). “Sınıf
çatışması” yazar Horkeimer, “tekelci birlikler arasındaki etkileşim sistemine,
sınıf konformite [Klassenanpassung/sınıf ayarı] araçlarına ve savaşlara
dönüştü.
Yanlış bir biçimde
mutlak yoksulluk kuramını (immiseration theory) Marx’a atfeden Horkheimer, tekelci
emeğin işçileri yeni, kitlesel-tüketici “orta sınıfa” yükselttiğini savundu. Ve
“ Kapitalist süreçte işçilerin pasif rolden aktif role yükselişi ona
(erkek/kadın) genel sistemle bütünleşmesine mâl oldu.” dedi.
Kenarlara Doğru
Hollywod filmleri,
yüksek maaş, bulaşık makineleri ve korporatist makroekonomik planlamayla birlikte
işçi sınıfının kapitalizmle tamamen bütünleşmesi sonunda radikal
anti-kapitalist entelektüellerin devrim için başka özneler bulması gerekti. Ve
pek çoğu kendilerini şimdi terkedilmiş işçi sınıfının ötesinde toplumun kenarlarında
buldu. Herbert Marcuse gibi kendini Marksist olarak tanımlayanlar gençlik
ayaklanmasını ve cinsel devrimi potansiyel devrimci özne/konu olarak ele
aldılar.
Michel Foucault gibi
Marksist olmayan radikaller ve Pier Paolo Pasolini gibi post-Marksist
devrimciler; toplum dışına itilmiş grupların (marginalized group) -psikiyatrik
hastalardan küçük suçlulara ve geylere (eşcinsel) kadar- karmaşık desenine
(patchwork) dönüştürdü. Sonuçta hem Horkheimer ve Foucault sadece özgürlüğün
arda kalan unsurlarını savunmayı ve tahakkümün “küçük iktidarlarını/micro-powers”
tanımlamayı bir olasılık olarak değerlendirdiler. Ancak büyük-iktidar/macro-power
yapılarındaki değişiklikler erişilemezdi. Diğer bir deyişle John Sanbonmatsu’nun
postmodern eleştirisinde söylediği gibi, Güç/iktidar inşasında bir biçim olarak
artık “karşı hegemonya” (Antonio Gramsci’ye göre) yerine “anti-hegemonya”dan
(Horkheimer, Foucault vb.) temel alan bir Sol doğdu. Fakat tarih oldukça ironik
olabilir ve gerçekten de, savaş sonrası politik ve sosyal istikrar 1960’ların
sonlarında sona erdi. Eş zamanlı artan sermaye kârlarının ve reel işgücü gelirlerinin “Kapitalizmin Altın Çağı” (Eric Hobsbawn) son
buldu. Keynesyen yasal düzenlemelere tabî Fordist kapitalizm kâr sıkışıklığının
(profit squeeze) şekillendirmesiyle kendi iç sınırlarına ulaştı. Aniden
1920-30’lardan beri görünmeyen yeni bir emek militanlığı dalgası ortaya çıktı
ve 1970’leri emek mücadelelerinin zirve noktası haline getirdi.
Merkez dayanamadı. Bir
şeyler vermek zorundaydı. Kapitalizm tıpkı Rudolf Meidner’in emeklilik fonu
sosyalizmi veya neoliberalizm vasıtasıyla dönüştürülecekti.
Neoliberaller galip
geldi ve ilkin Batı’daki işçi grevleri dalgası kisvesinde ve ardından -işçilerin yenilgisi sonrası- işçi hareketi
pek çok kazanımını kaybetmesi, sermaye ve işçiler arasındaki tarihsel
uzlaşmanın çözülmesiyle işçi sınıfının bütünleşmesi birden son erdi.
Savaş sonrası dönem
esasen iktidar ve sosyal kontrol teknolojileriyle hareketsizleşen “geç-kapitalist-
toplumun genel nitelikleri olarak savaş sonrası dönemin oldukça spesifik
zamansal-mekânsal konjonktürünü yanlış anlayan bir Fordist Marksizm markası ve yeniden
üretimci sol yarattı. Bu nedenle 1968 Mayıs’a ve on yıl sonraki sosyal
ayaklanmaya hazırlıksız yakalandılar.
Bununla birlikte savaş
sonrası kapitalizmini anlamlandırmamanın kökenleri daha eskidir. 1930’ların
sonları ve 1940’ların başlarında gelişen araştırma çerçevelerinden Marksist
ekonomi politiğin çıkarılmasıyla atılmıştır. Bu bağlamda Perry Anderson’un Batı
Marksizmini giderek daha da (yeniden) felsefeleştirilmiş olgu olarak
eleştirmesi doğrudur.
Bazı kuramcılar hata
yaptıklarını kabul ettiler. Nicos Poulantzas’a göre; Mayıs 1968 Paris’i bir
“epifani/aydınlanmaydı”. Sonradan Althusser’in yapısal soyutlamacılıığından uzaklaştı
ve İngiliz Marksist tarihçi E.P.Thompson bilâhare Kuramın Yoksulluğu’nda (The Poverty of Theory, 1978) radikalleşti ve daha
çok tarihsel sınıf analizinden köken alan sosyal analize yöneldi. Horkheimer’ın
yakın çalışma arkadaşı Herbert Marcuse hatasının farkına vardı ve “yanlış bilinç” ile tamamen bütünleşen Tek
Boyutlu İnsan (One-Dimensional Man, 1964) nosyonundan Karşıdevrim ve İsyan (Counterrevolution and Revolt, 1972)
analizine kaydırdı.
Max Horkheimer hiç
değişmedi. Adorno’un öldüğü yıl -1969- onunla birlikte Aydınlanmanın
Diyalektiğine yeni bir giriş yazdılar. Kapitalizmle bütünleşmiş bir işçi sınıfını
reddetmekte haklı oldukları konusunda ısrar ettiler. “Bugün, ilerleme karşısında
bile duraksamayan eleştirel düşünce, büyük tarihsel eğilimlerin karşısında güçsüzmüş
gibi görünse dahi gerçek insani yönelimlere ve özgürlük kalıntılarına taraf
olmayı gerektirir. Bu kitabın tanımladığı toplam bir bütünleşmeye yönelen gelişme
yalnızca sekteye uğramıştır, yok olmamıştır.”
Politikayla Bağları Kaybetme
Horkheimer ve Adorno 19’uncu
yüzyıl burjuvazisini özgür birey düşüncesi olarak görmüşlerse de bu görünüş şimdi
kaybolmuştu ve onlar da herkes için bu özgürlüğü sağlayacak değişimin itici
gücünü işçi sınıfına vermekten vazgeçmişlerdi. Her iki öznenin resimden çıkmasıyla
birlikte praksis nosyonu; post faşist Fordist kapitalizm koşullarıyla Frankfurt
Okulu’nda dönüşürken eleştirel teoriden kayboldu. Karl Korsch, Bertolt Brecth
veya Wolfgang Abendroth gibi düşünürlerin aksine Horkheimer iki savaş arasındaki
dönemde dahi sosyalist işçi hareketinin içinde aktif olarak bulunmadı. Bu şimdi
hem kuramsal hem de kişisel olarak onların yeniden karşısına çıkmıştı.
Anti kapitalizm
konusunda ne kadar radikal olursa olsun soyutlama ile bitmesi pek çok
öğrencisine tatmin edici gelmedi. Frankfurt Okulu’nun fazla radikal kısmı – toplumun
bugünkü yapısında temelde yanlış giden şey olduğu nosyonu- milyonlarca
eleştirel öğrenciyi etkileyecekti.
Ve aynı zamanda da,
Frankfurt Okulu bu toplumun nasıl değişeceğine dair praksis yaklaşımından
yoksundu. Horkheimer ve Adorno’nun öğrencileri esasen sadece iki çıkış yoluna
sahipti: Ya giderek artan bir biçimde gizemli dil konuşan toplumdan
dışlananların taklitçilerine (epigones) dönebilir ya da öğretmelerinden gerçek
politik praksise dönüş talep edebilirlerdi tıpkı Hans-Jürgen Krahl veya Alex
Demirovic’in yaptığı gibi. Yine de, Frankfurt Okulu’nun kendisi kuramsal ve
politik olarak çıkmaz bir sokak olmuştu.
Ancak, Frankfurt
Okulu’nun otoriteryanizm -otoriteryen boyun eğme/authoritarian submission,
otoriteryen salgırganlık/ authoritarian aggression, öznelci
bakış karşıtlığı/anti-intraception vb.- ile ilgili yaptıkları gözlemlerin artık
faydalı olmadığı anlamına gelmiyordu bu. Elbette, Adorno’nun insan kişiliğinin
temelde ilk çocukluk dönemlerinde biçimlendiği ve belirlendiği varsayımı gibi
Freudyan belirlenimcilikten kurtulması gerekiyordu. Klaus Holzkamp Okulu gibi
Alman Eleştirel Psikolojisi, somut tarihi durumlar bakımından otoriter
davranışları (özneler otoriteryan veya otoriteryan olmayan yollarla ihtiyaçlarına
ve motivasyonlarına göre harekete geçme gibi “faillik gücünü” sürdürmeyi seçebilir)
çok daha iyi kavramsallaştırmıştır. Dahası otoriteryanizm çalışmaları, otoriterliği
otoriter baba figürüyle kuşaktan kuşağa devredilmesi gibi dar bir şekilde
tasavvur etmek yerine somut iş ortamları deneyimleriyle ilişkilendirmek zorunda
kalacaktı.
Ancak, bugün Horkheimer’ın
kapitalist sistemin kültür ve ideoloji tarafından yeniden üretilmesinin nasıl
olduğuna odaklanmasının politik
ekonomiden uzaklaşmak anlamına geldiğini kabul etmeliyiz. Bu değişimin,
kaymanın serpintisi David Strecker gibi post-yapısalcı ve post Frankfurt Okulu
düşünürlerinin küresel finansal krizler hakkında pek az şey söylemesinde
görülebilir. Soyut nosyonun ötesinde, bir krizin ne olduğunu kimin
tanımlayabileceğini tartışmalı ve elitlerin tanımladığı kriz nosyonunu basitçe
kabul etmemelidir. Ekonomi politikten uzaklaşarak kültüre yönelmek esasen
toplumun maddi temellerini anlamak için gerekli araçları kaçırmak anlamına
gelmektedir. 1930’ların başlarında başlayan bu değişim savaş sonrası sol
düşüncenin; gelişmiş (“geç”) kapitalizmin gelen özellikleri olarak varsayılan
şeyin aslında sadece çok özel bir politik uzlaşımın ifadesi -kısa
ömürlü olduğu tecrübe edilen- olduğunu tanımlayamamasına neden oldu.
* (Ç.N.) Habilitasyon;
Almanya akademik sisteminde; doktora tezinden sonra herhangi bir danışman
olmadan tezin yazılması ve kitaba dönüştürülmesi sonucu kazanılan akademik
niteliktir.
** (Ç.N.) Reich,
İmparatorluk anlamına gelen kelime, 1871-1945 yılları arası Almanya’nın dönemlerine
(I, II, III) verilen isim.
*** (Ç.N.) İletim
kayışı (transmission belt) motorun ürettiği gücü mekanik kısma iletir,
aktarır.
Ingar Soltyrr
Berlin Rosa Luxemburg Vakfı Eleştirel Sosyal Analiz Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı
* Jacobin'in internet sitesindeki 15/02/2020 tarihli yazıdan alınarak çevrilmiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder